16 Ocak 2009 Cuma

Kapat Gözlerini...

Günün birinde yolu bir dergâha düşen kendi halindeki adam, dergâhta, bir Mevlevî ile bir Bektaşî'nin oturmuş sohbet ettiklerini görünce dayanamaz ve yanlarına yaklaşır. Kendini tanıtır ve dergâhı merak ettiğini, nasıl zikir edildiğini izlemek için geldiğini söyler. Mevlevî ve Bektaşî erenleri başlarlar adama çeşitli nasihatlerde bulunmaya, her biri kendi yolunu mümkün olan en tatlı dille anlatmaya çalışırlar.

Zavallı adam bir yandan onları dinlerken, bir yandan da gözleri onların giydikleri giysilere takılır. Mevlevî'nin giydiği kıyafette kollar o kadar geniş ve uzundur ki hem içine üç kişinin birden kolu sığabilir, hem de uzun olduğu için yalnızca kolları değil, elleri de örtmekte, kapatmaktadır. Bektaşî'nin giydiği kıyafette ise tam tersi bir durum vardır. Elbisenin kolu daracıktır, neredeyse tene yapışmıştır; üstelik kısa olduğu için, eller ta bileklere kadar açıktır.

Bu duruma hayret eden adam, sebebini öğrenmek ister. Büyük bir merakla, önce Mevlevî'ye sorar: "Pirim, kıyafetinizin kolları neden o kadar geniş ve uzun? Bunun özel bir sebebi var mı?"

Mevlevî hiç beklemediği bu soru karşısında oldukça şaşırır. İki kolunu da biraz yukarıya kaldırır, sonra ellerini birleştirerek kollarını daire şekline getirir ve şöyle der: "Evet, özel bir sebebi vardır. Çünkü biz insanların günahlarını, ayıplarını, kusurlarını örteriz. Başkaları görmesin diye üzerini kapatırız."

Yanıttan oldukça hoşnut olan adam aynı merakla bu kez Bektaşî'ye döner: "Peki siz, pirim? Sizin kıyafetinizin kolları neden bu kadar dar ve kısa? Siz insanların günahlarını ve ayıplarını örtmez misiniz?"

Bektaşî kendi kollarına bakar, birkaç saniyelik bir dalgınlıktan sonra gülümser ve adama bakarak şöyle der: "Biz mi? Bizim geniş kıyafetlere ihtiyacımız yoktur. Çünkü biz insanların günahlarını ve kusurlarını görmeyiz."


* * *

İnsanoğlu güzellik ve iyilik sahibi olduğu kadar kusur ve hata sahibidir de. İnsanlar yalnızca güzel âmelleri, yetenekleri, becerileri, güzel eserleri ile değil, günahları, ayıpları, kötü âmelleri ve beceriksizlikleri ile insandırlar.

Nedense kendimize ait kusurları, beceriksizlikleri, kendi işlediğimiz günahları, ayıpları kolay kolay gör(mek iste)meyen bizler, aynı kusur ve beceriksizlikler başkalarında mevcut olduğunda, aynı günahları, ayıpları diğerleri işlediğinde bunu hemen görüyoruz, görebiliyoruz.

Düşünüyorum da, insanoğlu başka insanlardaki ayıpları ve kusurları keşfetmeye meraklı olduğu kadar, kendisindeki ayıp ve kusurların bilincinde olmaya, dünyayı, madde ve mânâyı, eşyanın tabiatını, yaratılış gayesini keşfetmeye meraklı olsaydı, bugün hangi konumda olurduk acaba?

* * *


Etrafındaki insanlar, kim olursa olsunlar, eşin, hayat arkadaşın, çocukların, anne ve baban, kardeşlerin, komşuların, arkadaşların, hatta hiç tanımadıkların, fark etmez, kusurlarını inceleme, günahlarını ve ayıplarını görme.

Kapat gözlerini.

Görürsen, şâhid olursan, denk gelirsen, karşılaşırsan, tesadüfen yakalarsan bakma. Kapat gözlerini.

Bakarsan illa ki görürsün. Baktığın için görüyorsun. Sen bakma, çevir bakışlarını.

Kapat gözlerini. Kapatırsan görmezsin, görmezsen kötü düşünmezsin, güzel düşünürsen seversin.

Görsen bile, yakalasan bile, öğrensen bile yine de sevmeyi dene. İnsan kusurları ve ayıplarıyla insandır. Seveceksen öylece sev.

Ne kusursuz insan ara, ne de insanda kusur. Birincisini zaten bulamazsın, ikincisinde ise, bulduğun her kusur, öğrendiğin her ayıp sahibini değil, seni çirkinleştirir.

Her iki ayrışın da seni mutsuz eder, inan bana. Birincisini bulamadığın için, ikincisini ise bulduğun için mutsuz olursun.

Oysa sen mutluluğu arıyorsun, aslında. Arıyorsun ama yanlış yerde. Mutluluğun sırrını veriyorum, mutlu olmanın formülünü anlatıyorum sana:

Kapat gözlerini.

Ne kadar az görürsen o kadar mutlu olursun. Ne kadar az bilirsen o kadar huzurlu olur için.

Bakma, görme, arama. Kapat gözlerini

İlla da görmek istiyorsan etrafındaki adaletsizlikleri, haksızlıkları gör. Yaşadığın topraklarda halkın nasıl eziyet çektiğini, hırsızların her tarafta nasıl cirit attıklarını, alınterinin, emeğin, insan haysiyet ve onurunun nasıl ayaklar altında çiğnendiğini gör. Bakacaksan bunlara bak.

Şayet buraya kadar okudukların seni hiç etkilemedi ve sende hiçbir elektrik yakmadıysa, bu yazıyı da boşuna okuyorsun sen.

İstemiyorum, okuma bu yazıyı. Bakma bu yazıya.

Kapat gözlerini.

11 Ocak 2009 Pazar

ASLA VAZGEÇME..

Ewan 22 yaşına o sene basmıştı, kendinden emin çok zeki ve çok çekici bir genç adam olmanın asaletini taşıyordu. 10 gün sonra Kore'deki bir savaşa katılmak üzere İngiltere'den ayrılacaktı, hiçbir şeyden korkmuyordu ama duygusallığı nedeniyle, ülkesinden ayrılma fikri zor geliyordu ona. Ağır adımlarla büyük kütüphaneden içeriye girdi, bir kitap alıp oturdu ve okumaya koyuldu. Gerçekten de çok güzel temalara değinmiş etkileyici bir kitaptı elindeki, ama daha da güzel olanı kitabı daha önce başkasının da okumuş ve bazı yerlere notlar almış olmasıydı. Okuyanın notlar aldığı bölümler Ewan'i da derinden etkiliyor, notları okudukça sarsılıyordu. Kim olabilirdi bu? Hemen kütüphane memuresine gitti ve daha önce kitabı okuyan kişinin kim olduğunu öğrendi. Ho lly adında bir kadındı,adresini aldı ve eve varır varmaz bir mektup yazdı:


'Büyük Kütüphanede bir kitap okudum. Eklediğiniz notlar karşısında hayranlık duyduğumu belirtmeliyim. 10 gün sonra Kore'ye gidiyorum, sizi tanımak ve sizinle mektuplaşmak istiyorum. Cevabınızı sabırsızlıkla bekliyorum.'

Holly'den olumlu cevap geldi ve mektuplar ardı arkasına yazılmaya başlandı. Her yeni mektupta birbirlerinden biraz daha etkileniyor, yüreklerini birbirlerine biraz daha açıyorlardı. 2 sene bu şekilde geçip gitti. Ewan ve Holly birbirlerine belki binlerce mektup yazmış, her mektuptan ayrı tatlar almışlardı. Ewan'ın ülkeye geri dönme zamanı gelmişti, son mektubunda Holly'i görmek istediğini yazdı.

'Ancak seni tanıyabilmem için bana bir resmini gönder lütfen' diye ekledi. Holly buluşmayı kabul etti fakat resmi göndermedi.

'Resmin ne önemi var ki? Bizi ilgilendiren kalplerimiz değil mi? Yakama kırmızı bir çiçek takacağım.' dedi.

Günler birbirini kovaladı ve Ewan ülkeye döndü. Trenden indiği ilk anda gözleri Holly'i aradı. Bir müddet bakındı, sonra kalabalığın arasından şimdiye dek gördüğü en güzel kadın belirdi. Uzun boylu, çok güzel, uzun sarı saçlı, masmavi iri gözleri ve mavi elbisesiyle muhteşem bir kadındı. Kadına doğru bir adım attı, ama yakasında hiç bir şey yoktu. Kadın gözlerine baktı ve

'Merhaba denizci, benimle gelmek ister misin?' diye sordu.

Tam o sırada güzel kadının omzunun üzerinden, yakasında kırmızı çiçek olan kadını gördü. Kısa boylu, şişman sayılacak kiloda, gri kısa saçlı, tozlu uzun pardösüsü ve kalın bilekleriyle öylece duruyordu. Ewan şaşkındı, az önce hayatında gördüğü en güzel kadından bir teklif almıştı ancak karşısında da yüreğine aşık olduğu kadın duruyordu. Kendini toparladı ve yanından geçen dünyalar güzeli kadına aldırmadan ilerledi. Elinde Holly'le birbirlerini tanımalarını sağlayan kitap vardı. Elini uzattı, 'Merhaba Holly' dedi gözlerinin içi gülerek. 'Pardon' dedi kadın. 'Ben Holly değilim. Az önce buradan geçen sarı saçlı mavi elbiseli bayan yakama bu çiçeği taktı ve bunun hayatının sınavı olduğunu söyledi. Sizi garın çıkışındaki cafe'de bekliyormuş.. .'

HAYATA DEGER BİR YAŞAM,''SEVMEYE DEGER BİR AŞK'',


DOSTLUGA DEGER BİR ARKADAŞLIKTAN ASLA VAZGEÇME..!!

10 Ocak 2009 Cumartesi

işine yuregini koymak



Yıllarca... Yıllarca önceydi. Ankara'da Posta Caddesi'nde bir ilkokul vardı. Adı Devrim İlkokulu'ydu. Sonradan o okul yıkıldı, yerine Modern Çarşı yapıldı. O okulun karşısındaki iş hanının önünde bir ayakkabı boyacısı vardı. Osman Efendi... Osman Efendi mesleğine âşık, inanılmaz güzellikte ayakkabı boyayan bir insandı. Onun fırça tutuşuna, cilayı deriye emdirişine hayrandım. Elime para geçer geçmez doğru Osman Efendi'ye koşardım. Onun fırça kullanışında inanılmaz bir güzellik, incelik ve estetik vardı. Mesele ayakkabının boyalı oluşunda değildi. İşini yaparken duyduğu saygı ve heyecan beni mutlu etmeye yetiyordu. Boya işi bittikten sonra gider arkadaşlarımla top oynar, o canım boyayı berbat ederdim.

Bir gün annem, "Oğlum" dedi. "Hemen git ayakkabılarını boyat, seni misafirliğe götüreceğim."

Sanki dünya benim olmuştu. Koşa koşa gittim. "Osman Efendi" dedim. "Ayakkabılarımı acele boyar mısın?"

Osman Efendi yüzüme baktı;, "Hayır" dedi. "Boyayamam."

Hayretler içinde kalmıştım. "Niçin?" dedim.

"Çünkü acele işten hayır gelmez" dedi. "Ben kendime 'Osman Efendi'nin boyadığı ayakkabı bu muymuş?' dedirtmem. Açlıktan öleceğimi bilsem yine bu sözü kendime söyletmem."

Aradan uzun yıllar geçti Osman Efendi'nin bu sözündeki edebi inceliği ve zarafeti ömür boyu unutamadım. İşine gösterdiği ciddiyet ve bağlılık bana bir ömür boyu örnek oldu. Ona hep sevgi ve saygı duydum.

Lisede okuyordum. Ankara'da Gazi Lisesi'nde öğrenciydim. Temiz giyinmeyi çocukluğumdan bu yana çok severdim.

O yılların Ankara'sında ünlü bir terzi vardı. Sabri Yılmaz Yanık... İnanılmaz güzellikte elbise dikerdi. Ben de onları son derece dikkatle, sevgi ve saygıyla yıllar yılı giyerdim. Bir gün bir akrabamız evlenecekti. Düğüne bir hafta vardı. Kumaşımı aldım. Terzi Sabri Yılmaz'a götürdüm.

"Efendim" dedim. "Düğün nedeniyle bir hafta sonra dikişinizi bitirmenizi rica etsem olanaklı mı?"

Hafta içinde provalar yapıldı. Elbise, cumartesi günü teslim edilecekti. Düğün de o geceydi. O gün öğleden sonra gittim elbiseyi giydim.

"Ustacığım eline sağlık pek güzel olmuş" dedim.

Fakat Sabri Yılmaz'ın yüzü asılmıştı.

"Hayır" dedi. "Veremem. Çünkü sol omuzun arkasında bir potluk var."

"Efendim" dedim. "Ben memnunum, sarmanızı rica ediyorum. Düğüne yeni elbiseyle gitmek istiyorum."

Sabri Yılmaz'ın yüzü biraz daha sertleşti.

"Hayır" dedi. "Veremem. Bu potluk varken verirsem kendime ve mesleğime ihanet etmiş olurum. Ölürüm yine de 'Sabri Yılmaz'ın diktiği elbise bu muymuş?' dedirtmem."

Aradan uzun yıllar geçti. Bu olayı da hiç unutamadım.

Lisede müzik öğretmenimiz Faik Canselen'di. Bir efsane insandı. Musiki Muallim Mektebi'ni birincilikle bitirmiş, ödül olarak Almanya'ya müzik eğitimine gönderilmişti. Bir gün bize okulun piyanosu ile Beethoven'ın "Dokuzuncu Senfonisi"nden kimi bölümler çaldı. Sonra bizim izlenimlerimizi sordu. O günün koşullarında hiç birimiz zevk almamış, heyecan duymamıştık. Hocamız büyük bir olgunlukla "Haklısınız çocuklar" dedi. "Hiçbiriniz evinizde, çevrenizde böyle bir müzik duymadınız. İsterseniz ben size her gün okul bittikten sonra ücretsiz olarak ders vereyim. Ama sizden ricam, lütfen not almak için gelmeyiniz. İçinizden geliyorsa devam ediniz."

Ve okul bitene dek bu dersler devam etti. Ben bugün Mozart'tan, Beethoven'dan, Mendelson'dan, Bach'tan zevk alıyorsam, ürpererek heyecanla dinliyorsam, bu durumumu çok değerli hocam Sayın Faik Canselen'in bu özverili ve bir benzeri çok az görülen olağanüstü çabasına borçluyum.

İnsanı insan yapan yine insandır. İnsanlar kendilerine, çevrelerine, mesleklerine ve yaptıkları işe saygı duydukları oranda büyürler, yücelirler, mutlu ve huzurlu olurlar. Japonlar, "Önemli olan yapılan iş değildir, onun nasıl yapıldığıdır" derler.

Yaptığımız işe yüreğimizi katıyorsak, o iş de, yaşamımız da bir anlam ve güzellik kazanır.



S. Tandoğan - Bütün Dünya Dergisinden
Denizleri seviyorsan, dalgaları da seveceksin! Sevilmek istiyorsan,önce sevmeyi bileceksin! Uçmayı seviyorsan, düşmeyi de bileceksin! Korkarak yaşıyorsan, yalnızca hayatı seyredeceksin!

Paylaş